12 Kasım 2009 Perşembe

Adriyatik'i geçerken


Patras'tan Bari'ye interrailcıları indirimli götüren feribot şirketini aradık uzun süre. Feribotun kalkmasına az kala da bulduk. Feribotun içindeyken kendimi daha ziyade keskin sınıf ayrımının olduğu bir otelde hissettim. Kamaralarında kalan, vakitlerini lobide geçirdikleri için deniz üstünde olmanın keyfine varamayan paralılar ve el mahkum güvertede takılan, uzunca bir deniz yolculuğu yaptığının bilincinde olan, az parayla çok gezmeye çalışan bizler. Yapacak bir şey olmadığından Antoni'yle konulmaya başladık, ilk kez gerçekten bir şeyler anlattık birbirimize. Onun söylediklerine ben şaşırdım, benim söylediklerime o. İstanbul'un ortasında yetişmiş biri için fazla saf Anadolu çocuğu hali vardı. Yaşadığım ortamdaki ilişkileri anlamak onun için mümkün değildi, ben de ona şaşkın şaşkın bakıyordum, nasıl böyle kalmış bunlar diye.
Muhabbetin detayına gerek yok ya o akşamdan sonra buzlar erimeye başladı aramızda. Git gide daha fazla benimsedim onu, bir akşam evvel "acaba kurtulsam mı" diye düşündüğüm bu insanı hayatımdan çıkarmamaya karar verdim. Galiba seyahat sırasında içimde olan değişikliklerden ilki orada gerçekleşti, bazı isteklerimden vazgeçip hayatıma birini katmaya karar vermek. Birbirimize uymadığımız zamanlar, tartıştığımız zamanlar oldu. Eski ben olsaydım isteklerim onunla tam karşılanamayacak diye yolumu ayırırdım. Yapmadım.
Güvertede iki kişilik şişme bir yatak vardı. Biz "acaba bu kimin, yatabilir miyiz" ki diye bakarken İngiliz bir adam geldi, karısı ve daha yeni dillenmiş çocukları ve henüz ayaklanmamış bebekleriyle yatağa kuruldular. Adam şampanyasını açtı, iki bardağa doldurdu, kadehlerini tokuşturdular. Bizim orada yatmaya niyetlenmiş olduğumuzu fark edip kendi yatakları olduğunu, eşiyle açık havada yatmayı çok sevdiklerini, o yüzden de koca şişme yatağı yanlarında taşıdıklarını anlattı. Çocuklarıyla güvertede yatan, şişme yatağında şampanyasını içen o çifte hürmet ederim. Böylesi de oluyormuş.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder