26 Kasım 2009 Perşembe

Bir masaldan arta kalmış Bern




Sıkıcı bulduğumuz Geneve'den kaçıp, bir saat sonra Bern'de bulduk kendimizi. İsmi "ayı" demek olan bu kentin garından çıkıp yürümeye başladığımızda, parlemento binasının karşısında mayolu çocukların eğlendiği bir meydan gördük. Evet, havuz değil meydan. Yer yer fıskıyelerin yerşeltirildiği bu meydana ebeveynler çocuklarını getirmiş, yere oturmuş onları izliyorlar. Çocuklarsa beklenmedik anda fışkıran sularla sırılsıklam, eğleniyorlar. Bu fıskıyelerin her biriYürümeye devam ettik, kentin ana caddesiydi, bu cadde boyunca heykeller vardı. Roma'daki görkemli heykellerin aksine bunlar renkli, sevimli ve masal kahramanları gibiydiler. Elinde mızraklı aslan, yürüyüşe çıkmış pembe maymun, zenciler vs. Bir de saat kuleleri vardı, üstünde masalımsı kahramanların resmedildiği. Bern'in pencerelerinde de çiçekler vardı ama buradakiler hep kırmızıydı. Sevimli, küçük ve çok düzenli bir kentti Bern. Bunu katedralin kulesine çıktığınızda daha iyi anlıyorsunuz. Aare nehrinin iki yanında kurulmuş bu kentte çatılar aynı renk, yollar cetvelle çizilmiş gibi düzgün.
Katedral deseniz ayrı bir alem. Kesinlikle gördüğüm en eğlenceli kilise. Gelincik, krukafa tasvirleri, rengarenk vitraylar, kulesinde katedrali yapan ustaların büstleri, ayı domuz vs. figürleri.
Nehrin diğer tarafı kentin zenginlerinin oturduğu yer olsa gerek. Bir köprüyle geçiyorsunuz yeşilliklerin içindeki koca evlerin tarafına. Çok güzeller ama sessizlik o kadar koyu ki ürpertici. Korku hikayeleri anlatsa biri orada, tüm gece uyuyamazdım herhalde. Yirmili yaşlarında bir erkek su kayağı yapıyordu, kentin yerlisi gibi duran birkaç genç de onları izliyordu. Zenginlik fışkırıyordu kentten.
En hoşuma giden yanlarından biri de etrafa serpiştirilmiş koccaman satranç takımları. İki kişi oynuyor, bir sürü kişi onları izliyor.
Tüm sevimliliğine ve güzelliğine rağmen, yaşamak isteyeceğim bir kentti Bern. 300 bin nüfuslu, çeşitliliği az. Ama o kadar kendine özgü ki mutlaka görülmesi gereken bir yer. Ne yazık ki buranın insanlarının da yüzünde pek bir ifade yoktu. İklimin kültür üzerinde etkisi olduğuna ciddi ciddi inanmaya başladım.

23 Kasım 2009 Pazartesi

Yaşlı bir kent, Geneve...



Hep derler, Avrupa insanı mesafeli, insan ilişkileri gelişmemiş, her şey çok düzenli ama sıcaklık yok diye. Kimi bildiğinden kimi duyduğundan. Yunanistan ve İtalya bu sözleri yalanlıyordu, İsviçre'ye geçtiğimizde ise sadece iklim değil insanlar da öyle bir değişime uğradı ki bu söylentilerdeki gerçeklik payını gördük.
Göl çevresindeydi Geneve, kentin sakinleri de (gerçekten de sakinlerdi) gölün durağanlığına ayak uydurmuş olmalıydı. Hak vermemek elde değil, biz de ağır ağır yürüyüp sık sık durduğumuzu fark ettik.
Akşam altıdan sonra her yer kapandığı için market bulamadık, karnımızı doyurmak için tek çare McDonalnds'tı. Bereket orada bir genç kalabalığı vardı. Karnımızı doyurduktan sonra nasılsa açık kalmış bir bakkal gördük, şarap alacaktık ama saat 9'dan sonra sokakta içmek yasakmış. Yürümeye devam ettik, galiba üniversitenin şenliği vardı ve tüm kent oraya toplanmış gibiydi. Zira orası hariç her yer bir gün evvel insanları tarafından terk edilmiş izlenimi uyandırıyordu. Bu sakin kentin sokaklarında kedi köpek gibi yaygaracı hayvanlar görmek tabii ki mümkün olamazdı. Onların yerine gölde sakin ve asil yüzen kuğuları vardı. Bu da beni cezbeden tek yanıydı.
Tren garında yattıktan sonra Sturbucks'ta ettik kahvaltımızı. Buradan bakınca "donu yok giymeye tahtırevanla gider mıçmaya" hesabı duruyor ama oranın standartlarında en ucuz yerdi. Günün çok erken saatleriydi ve insanlar işlerine gidiyorlardı ama birçoğu araba yerine değişik vasıtalar kullanıyorlardı. En yaygın olan da bisikletti. Eh o sükuneti mobilet egzozu patlatarak bozacak halleri yoktu ya. Takım elbiseli bir adam, ayağında şu bizim çocuklara oyuncak niyetine verdiğimiz scooterlar, işe gidiyordu. Bizde olsa ciddiyetsizlik olarak addedilecek, "hiç konumuna yakışıyor mu" dedirtecek bu durum o ciddiyet kentinde gayet olağandı. Sanki ciddi kavramımızda bir terslik var.
Öğle vakti, gezmeye devam ettik kentin merkezinde. Fazla araba geçmiyordu, geçen sessiz geçiyordu. İnsanlar genellikle tek yürüyorlardı. İki kişi yürüyenler ağızlarını oynatıyorlardı, nasıl bir konuşmaysa ses çıkmıyordu. Sessiz, sedasız, içi geçmiş, köşesine çekilmiş bir yaşlı gibiydi Geneve. Ayrıca modern bir kiliseleri vardı, fazlasıyla ruhsuz, sanat yoksunu.
Sevmemiştim orayı, ne kadar para verirlerse versinler yaşamak istemem. İyi ki gördüm yine de,
öyle bir yer de varmış dünyada. Nasıl bir yerde yaşamak istemeyeceğimin cevabı oldu.

22 Kasım 2009 Pazar

Gri günlerden uzak Floransa'da akşam üstü







Ne düşünüyorduk, niye Tren garındaki "Firenze" yazısına mal mal baktık da trenden inmedik, bilmiyoruz. Kapılar üstümüze kapandı, tren gerisin geri hareket etmeye başladı. Vagonların hepsi boş, kaç acil kolu kırdık, bir gelen olmadı. Nereye gittiğimizden habersiz... Boş trenlerin bulunduğu garajda durduk. Sonunda kapılar açıldı ve indik. Makinist ve yandaşıydı herhalde, bizim hemen ardımızdan indiler. Biz İngilizce ve tarzanca derdimizi anlatmaya çalışırken, bildikleri tek İngilizce kelime nedense "sleep" olan adamlar da bizimle İtalyanca konuşuyorlardı. Bir şekilde anlaştık, bizi bir odaya götürdüler, oradaki adama da sorunu anlattılar. Nasıl anlaştığımıza hala şaşarım ama kendilerini bırakan servisin bizi de şehir merkezine bırakabileceğini, sadece yarım saat beklememiz gerektiğini söylediler. Adamlardan biri Mazhar Alanson'u andırıyordu tip olarak. Gayet hoştu. Sonra Mükremin Çıtır kıvamında bir delikanlı geldi. Boynunda bizim varoş metalcilerinin taktığı türden bir sürü kolye vardı, bileğinde de aynı tarz bileklikler. Demek ki bize has değilmiş Mükreminler.
Şoför azıcık sorun çıkardıysa da -bizim hakkımızda konuşuluyordu ve denilenleri hiç anlamıyorduk fakat bizim makinistlerin "abi bırak şimdi yasağı, ne zararları var, geliversinler" dedikleri belliydi.- kabul etti. Biz de çok az turiste görmenin kısmet olacağı tren garından kurtuluverdik.
(Alakasızca araya girerek belirtiyorum ki o arabada giderken pek çok duvarda spreyle yazılmış "yoghurt" yazısı gördüm, İtalyancada ne gibi bir anlamı var çok merak ettim, bilen varsa söylesin)
İlk kez hostele yerleştik orada. Sonunda yıkandım, akça pakça bir kız oldum. Avrupa sokaklarındaki en bakımsız kız olma birinciliğimi kimseye kaptırmadıysam da en azından artık temiz bir bakımsızdım :) Sonra da kendimizi sokağa attık, pazar günüydü, pek çok yer kapalı, turistik olmayan yerler bomboştu. Araba geçmez, insan geçmez, nerede yaşıyor bu halk dedirtircesine.
Kimi yollarda, yolun tam üstüne kimi tabloların resmedildiğini hatırlıyorum. Büyük ihtimalle liseli olan yedi sekiz delikanlının oluşturdukları koroyla meydanda para topladıklarını. Yanlışlıkla Gustave Klimt'in meşhur tablosuna baktığım için 10 Euro'dan 1 Euro'ya kadar indirdiğini. Ufak motoruyla dolaşırken, pencereden kendisine bakan kişiye "ambaragariii ambaragariii" diye coşkuyla bağıran adamı.(İtalyanları ve konuşmalarını seviyoruuuum:)) Ponte Vecchio 'nun altında bira içtiğimizi. (Setbaşı Köprüsü'nden nereye, te heey, diyeceğim de insan orada da mı köprüaltını bulur içecek)... Gerisi Floransa hakkında bildiğiniz veya netten bulabileceğiniz şeyler...
Güneşin batmasına yakın köprünün üstüne çıktık. Dinlediğim en iyi sokak sanatçısıydı. Saatlerce ara vermeden çaldı, sesi kuvvetli, müziği yumuşaktı. Kaç saat orada durduk bilmiyorum, oturduğumuzda aydınlıktı, güneş usulca battı, sıcak bir kadife gibiydi gökyüzü, sonra karardı ve ışıklar bezedi nehrin üstünü. Gri duvarlar arasında güneşin batıp batmadığından habersiz geçen bir buçuk seneden sonra orada bulunduğumun bilincine vardım birden. Hazzım doruğa tırmanıyordu. Çalışıp para biriktirmekle ve işi bırakmakla en doğru şeyi yapmıştım. O akşam, hayatımda güzel günlerin sayısını bilinçli olarak çoğaltma kararı aldım.
Zencilerin bağırarak konuştukları İtalyanca odamızdan çok net duyuluyordu. Ninnidir dedik, uyuduk.

17 Kasım 2009 Salı

Büyük küçük algılarımı alt üst eden kent Roma





Yurtdışında olduğumu ilk kez Roma tren garında indiğimde hissettim. Ne Yunanistan gibi Türkiye'yi andırıyordu ne de Bari gibi küçük ve sevimliydi. Roma'ysa baştan aşağı görkem, gösteriş. Yanlarında ufak tefek kaldığım binaların yanından geçerken kendimi onlara hürmet etmek zorunda gibi hissederken öğretmeninin cezasını bekleyen ilkokul öğrencisi gibi ayaklarım terlediğinden sandaletlerle yürümek zordu. "Acaba ne binası" diye baktığımız devasa kapılı binanın apartman olduğunu fark edişimiz. Her sokaktan çıkan böyle binalar, heykeller, çeşmeler... "Roma'yım ben, koskoca Roma, bir zamanlar tüm yollar bana çıkardı, sen insansın, bugün varsın yarın yoksun, bu binalar yapıtlar ise yüzyıllardır burada, ne o, şu kısacık ömrün, ufacık bedeninle bana ahkam mı keseceksin, hadi ordan, parmağımla ezerim seni" dercesine.
Sırtımızda bize abanan çantalarımız, elimizde birkaç sene önceden kalma bir Roma haritası, gezmeye başladık sokakları. Uyumayan bir kentti bu, ne var ki uyutmayanların çoğu turistti. Gece vakti Vatikan'a gidelim derken yolumuzu şaştık ve kendimizi Piazza Navona'da Bernini heykellerinin karşısında bulduk. Çevrelerinde gençlerin takılığı, kimilerinin gitar çaldığı, kimilerinin sadece sohbet ettiği, zencilerin sattıkları ışıklı ıvır zıvırlarla gösteriler yaptığı bu heykeller, kafamda canlanandan epey büyüktü.
O gece orada yattık, tam ortadaki heykelin karşısında. Kent gibi meydan da hiç uyumadı ve beni de bir iki saat sonra uyandırdı. Günlüğümü yazmak için kapanmış restoranların bir masasına oturunca biri bayan dört İtalyan muhabbete başladı. İtalyanca kaçan aksanları yüzünden anlaşmak da epey zorlandıysak da keyifli insanlardı. Bir restoranın garsonlarıymış ve işten çıkınca meydana içmeye gelmişler. Harala gürele konuşup duruyorlardı. Anlamasam bile onların konuşmaları yeterince güldürüyordu zaten.
Onlar gidince bir saat daha uykuma devam ettim. Yüzüme düşen yağmur damlalarıyla uyandım. Meydanın gececi müdavimlerinin yerini sabahçılar almıştı; yürüyüşe çıkanlar, bisiklete binenler, köpeklerini gezdirenler. Büyük ihtimalle kahvaltılarını da edip işlerine gideceklerdi. Birkaç tane de kenti sakinken tek başına görmek istemiş, fotoğraf çeken turist. Bir polis geçti "günaydın" deyip geçti önümüzden. O kadarcık. Türkiye'de yerde uyuyan turistlerin polisler tarafında aldığı tepkiyi merak ettim. Gece vakti şehir dışındaki evine dönemediği için bankamatiğe sığınan öğrencilerin aldığı tepkiyi bildiğimden eminim ki güzel bir "günaydın" demezdi polis.



Uyandıktan sonra, yağmur yemiş kıyafetlerim ve bir türlü tren garına gidemediğimiz için kambur eden çantamla Roma sokaklarında yürüyüşümüzü, Vatikan'ı arayışımızı unutamam. O ağırlıklarla çoook uzun gelen bir yolculuğun ardından sırt çantalarımızı bıraktığımızda kuşa dönmüştüm. O gazla önce Coliseum'a gittik. Dışarıdan görkemiyle hayran bırakan bu binaya 16 Euro verip girmek galiba yediğim ikinci turist kazığıydı. Kimi turistik yerlerin "orada fotoğraf çektirme" tuzağından ibaret olduğunu bana bir kere daha anlattı. Ama Vatikan kesinlikle görmeye değerdi. Girerken pasaportunuzun bile sorulmadığı bu ülkecikte her yerden hayranlık uyandıran heykeller, tablolar çıkıyor; insan boyu binanın ancak sütunların alt kemerlerine erişebiliyor. Epey yukarıda olduğu için görmekte zorlandığınız tavanlar incecik işlenmiş. "Roma büyük ama ben daha büyüğüm, ezerim uleeen sizii" dercesine. İsviçre muhafızları ise şebek kıyafetleriyle o gösterişin içinde gayet ironik.



Ardından İspanyol Merdivenleri'ne gitmiştik galiba. "Ne var kardeşim, bizim de kent merkezinde eski adliye binamız var, oranın tribünlerine oturuyoruz biz de". Genellikle gençlerin toplandığı, oturduğu, sohbet ettiği, tek başına bir anlamı olmayan ama insanların cıvıltısıyla renklenen kocaman merdivenler. Önünde de içinde balık heykeli olan bir çeşme.



"Aşk Çeşmesi"ni "Şeytan Marka Giyer" filminden hatırlıyordum galiba. Benim için önemli bir sahnesi orada geçiyordu filmin. O yüzden çok hevesliydim görmeye. Yine beni şaşırttı ve kafamda canlanandan çok daha büyük bir çeşme çıktı karşıma, üstelik bu çeşme bir binanın arka duvarıydı. (nerede oturuyorsun? falanca apartmanı, aşk çeşmesinin arkasındaki hani :p) Hayranlık uyandırdı mı? Kesinlikle. (Şimdi düşündüm de gerçekten görmeye değer turistik yerler para alınmayanlar oluyor ama para verdiğimize göre görmeye değer bir şey vardır diyip girdiğimizde tuzağa kapılmış oluyoruz)



gece 12 olmadan tren garına sızmayı başardık, 1 Euro isteyen punklar, sarmaş dolaş yere yayılmış uyuyan bir çift, evsizler ve biz mışıl mışıl uyuduk. Gelen ilk trenle de Floransa...



13 Kasım 2009 Cuma

mahalle mi demek Bari?




Feribottan indiğimizde havanın değiştiğini hatırlıyorum. Sırt çantalarımıza rağmen ahaste yürüyorduk tren garına doğru. Bir mahalleye düştü yolumuz. Öylesine İtalya'ydı ki o mahalle; küçük balkonları, balkonlarında çiçekleri ve rüzgar gülleriyle, kapılardaki ikonaları ve kapı önünde gecelikli oturan yaşlılarıyla. "Ne işleri var bunların burada" dercesineydi bakışları. Hayatlarının geçtiği, kanıksadıkları o mahalle bizi heyecanlandıran ayrıntılarla doluydu halbuki. Ellerimizde fotoğraf makineleri, bir sürü ıvırı zıvırı çekiyorduk. Apartmanların kapıları açıktı, içlerine dalıyor, teraslarına çıkıp fotoğraf çekiyorduk. Apartmanlardan birinde kahvaltısını etmekte olan bir amcam biz anlayacakmışızcasına bağrınmaya başladı. Belli ki orara ne yaptığımızı soruyor öfkeleniyordu. "Foto foto" dememizle öfkesinin yerini bir kahkaha aldı. Buyurdu, geçtik terasa. Orada sevdim İtalya insanını. Konuşurken ya coşkudan kabarmış ya da öfkeden delirmiş gibiydiler. Sonu yükselen diyaloglarını dinledikçe gülesim geliyordu. Birlikte yaşıyordu insanları, konuşkandılar. Belki de insanlar pek fazla tek yürümedikleri için, sokaklardaki çeşmelerinden insanın tek başına su içmesi oldukça zordu. Birinin sert ve ters bir yanda olan kola basması diğerinin de suyu içmesi gerekiyordu.
Küçüktü Bari ama binaları büyüktü. Daha doğrusu bana henüz onlar büyük geliyordu. Genellikle pembe veya yeşil panjurları vardı binaların ve üzerlerinde göze hitap eden süslemeler. Ne kadar çok bina olursa olsun, bu yüzden boğmuyorlardı galiba.
Liman kentiydi Bari. Deniz kenarında teknelerin durduğu. Küçük, sevimli. Bir çocuğa duyulan sevgi gibi bir şey var içimde oraya karşı. Tebessüm uyandırıyor. Bari nerde, Roma nerede...

12 Kasım 2009 Perşembe

Adriyatik'i geçerken


Patras'tan Bari'ye interrailcıları indirimli götüren feribot şirketini aradık uzun süre. Feribotun kalkmasına az kala da bulduk. Feribotun içindeyken kendimi daha ziyade keskin sınıf ayrımının olduğu bir otelde hissettim. Kamaralarında kalan, vakitlerini lobide geçirdikleri için deniz üstünde olmanın keyfine varamayan paralılar ve el mahkum güvertede takılan, uzunca bir deniz yolculuğu yaptığının bilincinde olan, az parayla çok gezmeye çalışan bizler. Yapacak bir şey olmadığından Antoni'yle konulmaya başladık, ilk kez gerçekten bir şeyler anlattık birbirimize. Onun söylediklerine ben şaşırdım, benim söylediklerime o. İstanbul'un ortasında yetişmiş biri için fazla saf Anadolu çocuğu hali vardı. Yaşadığım ortamdaki ilişkileri anlamak onun için mümkün değildi, ben de ona şaşkın şaşkın bakıyordum, nasıl böyle kalmış bunlar diye.
Muhabbetin detayına gerek yok ya o akşamdan sonra buzlar erimeye başladı aramızda. Git gide daha fazla benimsedim onu, bir akşam evvel "acaba kurtulsam mı" diye düşündüğüm bu insanı hayatımdan çıkarmamaya karar verdim. Galiba seyahat sırasında içimde olan değişikliklerden ilki orada gerçekleşti, bazı isteklerimden vazgeçip hayatıma birini katmaya karar vermek. Birbirimize uymadığımız zamanlar, tartıştığımız zamanlar oldu. Eski ben olsaydım isteklerim onunla tam karşılanamayacak diye yolumu ayırırdım. Yapmadım.
Güvertede iki kişilik şişme bir yatak vardı. Biz "acaba bu kimin, yatabilir miyiz" ki diye bakarken İngiliz bir adam geldi, karısı ve daha yeni dillenmiş çocukları ve henüz ayaklanmamış bebekleriyle yatağa kuruldular. Adam şampanyasını açtı, iki bardağa doldurdu, kadehlerini tokuşturdular. Bizim orada yatmaya niyetlenmiş olduğumuzu fark edip kendi yatakları olduğunu, eşiyle açık havada yatmayı çok sevdiklerini, o yüzden de koca şişme yatağı yanlarında taşıdıklarını anlattı. Çocuklarıyla güvertede yatan, şişme yatağında şampanyasını içen o çifte hürmet ederim. Böylesi de oluyormuş.

11 Kasım 2009 Çarşamba

Bir de uyandım, Akropolis


Atina'ya indiğimizde hava kararmıştı. Sakin ve huzurlu Selanik'ten sonra Atina karışık geldi. Çok geç bir saat olmamasına rağmen sokaklarda fazla insan yoktu. Haritayla şehrin merkezine kadar geldikten sonra rast gele dolanmaya başladık. Bir apartman kapısının önüydü galiba, iki evsiz adam oturuyordu, epey pejmürdeydiler. "Gölge etmeyin başka ihsan eylemeyiz" dercesine, ikisinin de elinde tuğla kalınlığında kitaplar, biri ortalarında diğeri son kısımlarda. "Param yok ama kültürüm var" deseler yeriydi ama öyle bir şey demek gibi dertleri yoktu anlaşılan. Memleketimde yerleşmiş "Kıroyum ama para bende" zihniyeti var bir de.
Plaka sokağını duymuştuk epey, Atina'da yaşasaydım sürekli oraya gitmek isterdim gibi geldi. Şehrin geneline göre epey sıcak bir ortam gibi gözüktü bana. Arap Şükrüvariydi. Nedense gece girmek mümkün olmadığı halde dibine kadar gittik, sabah erkenden içeri girebilmek için önüne uyku tulumlarımızı serdik. Sokaktan gençlerin sesi geliyor, uykumu bölerek sokakta yattığım ilk gece olduğunu bana hatırlatıyordu. Garip olan önceden düşündüğüm kadar tedirgin olmamamdı. Daha sonraki günlerde orada burada yatma konusunda daha da laçkalaşabileceğimi bilmiyordum henüz. Yurtdışında geçirdiğim ilk gecede, bir ağacın ve yıldızlı gökyüzünün altında uyurken sanıyorum ki yüzümde tatlı bir tebessüm vardı. Uyandığımdaysa karşımda Akropolis.
Sabah uyandığımda önümden herhalde o sokakta oturan bir kadın geçti. Ben "aman şimdi soracak, söylenecek orada yatmama" derken kadın gülümsedi, el salladı, rahat uyuyup uyumadığımı sordu. Ezberim şaştı.
Akropolis'e girdim, Antoni daha önce girdiği için kapıda bekledi beni. Girmesem bir yanım eksik kalır mıydı? Bence hayır, oraya gelen birçok insanın da gitmiş olmak için gittiğini düşünüyorum. Kimi turistik yerlerin tuzak olduğu hissine ilk orada kapıldım. Evet tarihi eserler korunsun da ben ona verdiğim parayla Atina'yı daha iyi tanıyacak bir şey yapabilirdim diye düşünüyorum.
Bu arada yol arkadaşım Antoni'yle gerginliğimiz devam ediyordu veya bana öyle geliyordu. Candan arkadaşlarımdan biriyle gidemediğim için yanıyordum ve acaba yola tek mi devam etsem diye geçiyordu aklımdan. Bir yerde İzlandalı bir çiftle konuşarak beni epey şaşırttı, o da benim buna şaşırmama şaşırdı. Sorun belli olmuştu, yanlış anlaşılmalar. Bir yerde elbet kıracaktık.
Karnımızı doyurmak için bildiğimiz simidin elips şeklinde olanlarından aldığımızı hatırlıyorum. Heyecanlı konuşan insanları. Ama coşku dolu haller benim için milletlerin kültürleri arasında ayırt edici bir özellik değildi henüz.
Akşamüstü Patras'ta olacak şekilde bindik trene. Antoni beni yapmacık bulduğunu söyledi, ben de onu soğuk bulduğumu. Gerginliğim tırmanıştaydı. Ama yapacağım ilk uzun feribot yolculuğunun heyecanı ağır basıyordu...

Selanik'te İzmir'i göreceksin, sakın şaşırma


İlk kez bindim trene, yataklı gece treni. Ufacık yataklardan birinde ben, diğerinde Antoni; trenin raylarda çıkardığı sesten ötesi yok. Arada sırada biraz sessizliği bozmak, biraz da birbirimizi tanımak için laflıyoruz. Zorlama fakat. En iyisi uyumak.
Sınıra vardığımızda görevliler sırt çantalarımızı görüp içini açmaktan vazgeçiyorlar. Biz de uykumuza devam ediyoruz, üstelik Yunanistan'a geçmemizle çuf çuf sesleri de kalmıyor.
Gözlerimi açtığımda Ege'yi andıran bir araziden geçiyoruz. Oldukça geniş alanlara serpiştirilmiş ufak tefek evler. Alfabe başka, ilk kez bu kadar yabancıyım bir yere.
Selanik... Kalabalık bir tren garına iniyoruz. Sırt çantalı gençler fink atıyor etrafta. Biri içine kedisinin olduğu sepetle geziyor. Atina'ya gitmek için altı saat beklememiz gerekiyor. Trafiğin biraz karışık olduğu, üstünde çalışmaların olduğu yoldan geçerek şehir merkezine iniyoruz. Kendimi fazla yurtdışında hissettiğimi söyleyemiyorum ne yazık ki. Dükkanların önüne kurulmuş, kalabalık yapan tezgahlar; giyimleri bakışları bile yabancı gelmeyen insanlar, sokaklara kurulmuş kafelerde tavla oynayıp nargile içen gençler. Hatta ne yazık ki evimin karşısında da olan Sturbucks. Deniz kıyısına ulaşıyoruz, Kordon'u anımsatıyor fazlasıyla. Güneş başımızı daha fazla yakmadan denize bakan bir kulenin gölgesine sığınıyoruz. Etraf oldukça sakin. Bisikletle geçenler oluyor bazen ama belli ki işi gücü olmayanlar günün o sıcak saatinde dışarı çıkmaya pek yeltenmiyor. Yanımıza Yunan bir çift oturuyor. Konuşmalarını dinliyorum, çok sevdiğim melodik dillerini.
Gölgesine sığındığımız kule aslında Selanik'in tarihini anlatan bir müze. İçine giriyoruz, ne var ki tüm yazılar Yunanca, bir halt anlamıyoruz ama en azından kenti tepeden görme şansı elde etmiş oluyoruz. Bir süre sonra kentin hiç turistik olmayan ara sokaklarında dolaştıktan sonra tren saatimiz geliyor. Akşamüstü Atina'da olacağız.

10 Kasım 2009 Salı

hazırlık süreci


Kim anlatmıştı ilk interrail diye bir olay olduğunu, neden araştırmıştım nette hatırlayamıyorum. Ama hayal meyal ne gezebilecek kadar param olacağını ne de öyle haybeden gezmeye cesaret edebileceğimi düşündüğümü hatırlıyorum. Sınırlandırılıyordum görünmeyen bir şeyler tarafından ve bundan fazlasıyla rahatsızlık duyuyordum. Sınırların her zaman olacağının farkındaydım ama olabileceğinden daha dardı sanki sınırlarım. Yıllarca nasıl genişletsem bu sınırları diye düşündüm, denedim ve hep yanıldım. Özgürlük adı altında yaşadığım birçok şey çemberimi genişletmekten çok uzak şımarıklıklardı sadece. Bunu şimdi çok net görebiliyorum ama o sıralar gözlerim kapalı, içimde gizli bir hırsla ne bulursam ona saldırıyordum. Gerçekten yaşamak istediklerime ise enerjim kalmıyordu, özgürlük takıntısıyla onları kaçırıyor ve yıpranıyordum. Böyle birçok insan, ilgi alanı kaldı geride, kullanıp attığım. Arayış süreciydi, olması gerekliydi, yaşandı.
İlgi alanımın kariyere yönlendiği bir dönemdi. Kariyer planları kurgularken kafamda yaşadıklarımdan zevk alamaz olmuştum. Bundan intikam almak istercesine saçma sapan para harcamaya, derslerime ve akşamları okuldan sonra gittiğim işime rağmen gecelerimi dans ederek geçirmeye başlamıştım. Bu hengamede birçok erkekle flört ederek isyanımı göstermeye çalıştım. Kimse duymadı ve ben sevdiğim erkeği kaybettiğimle kaldım.
Bu çıkmazlardan kurtulmak için düşündüğüm hiçbir yolun sonu ferah değildi, daha da karışacaktım. İçime sinmiyorlardı. Çelişkilerimin tavana çıktığı günlerden birinde, işyerinde kös kös otururken nereden aklıma geldi bilmiyorum, interrail diye bir şey olduğunu hatırladım. O anda kafamda yanan ampul görüntüsü hala aklımda. Cevap buydu. İçinde bulunduğum ortamdan uzaklaşmak, kendimle kalmak, yeni yerler, yeni insanlar görmek, farklı seçenekler tanımak, bu arada nerede durduğumu görebilmek.
Yola ancak yazın çıkabilirdim ama bu sırada aylardan ekim kasım olmalıydı. Yol arkadaşı aramaya başladım. Pekçok insan heveslendi, kiminin fos çıkacağı başından belliydi. Öyle oldu. Kimilerinin gerçekten para biriktirmesine imkan yoktu. Ben en azından maaşımı harcamadan kenara atma şansına sahiptim. Yüksek lisans yapayım diye biriktirdiğim paranın bir kısmını buna ayırabilirdim. Nefret ettiğim işi bırakacağım tarihi belirledim ve interrail param birikirken gün saymaya başladım.
İşi bıraktığımda yola çıkacak dört kişi gözüküyorduk, dördümüz de birbirimizi tanımıyorduk. Dışarıdan bakan insanlar için deliydik, akıl karı değildi yaptığımız. Anlamalarını bekleyemezdim, benim yaşadığım çelişkileri yaşıyorlarsa bile, belli ki çözüme kavuşturmak için herhangi bir çaba göstermiyorlardı.
Diğer iki kızın vizesi çıkmadı ve ben o zamana kadar tanımadığım Antoni'yle yola çıkmaya karar verdim. Annemi buna nasıl kolayca ikna ettim, hala şaşıyorum :) Galiba geri dönmeyeceğimi anlamıştı da bari hiç zora koşmayım işi dedi.
Yol hazırlıkları yaptığım o günlerin heyecanı, ya terslik çıkar da gidemezsem stresi... Şimdi epey uzak geliyor.
Çıkmadan evvel, günlüğümde kendimi küçük sarı balık olarak tanımlamışım. "Küçük Kara Balık"ı kendine idol benimsemiş biri için geç bile kalınmış bir ataktı aslında. Bağırmaktı bu yola çıkmak, bağırdım.
İşte, bağırırken yaşadığım keyifli günlerin özeti size... :)

ve sonunda blogcu oldum...